Tanrı Öldü


Youtube videosu için: 

Harun Yılmaz Tanrı Öldü


3 Ocak 1889, Torino, İtalya…

Sabahın erken saatleri… Şehir henüz yeni uyanıyor. Sisle kaplı sokaklarda at arabalarının tekerlek sesleri yankılanıyor. Hafif bir yağmur, eski taş binaların yüzeyinde süzülerek sokakları parlatıyor. Torino’nun dar ve soğuk sokaklarında yorgun bir adam yavaş adımlarla yürüyor.

Başı öne eğik, yüzü solgun… Belli ki uzun süredir uykusuz. Bıyıkları titriyor, gözleri bir noktaya sabitlenmiş gibi…

Bu sokaklar onun için yabancı değil. Son yıllarını burada yalnız başına geçirdi. Filozofun zihni, varoluşun en derin çukurlarını kazıyordu. Tanrı’nın öldüğünü ilan etmiş, dünyayı anlamsızlıkla baş başa bırakmıştı. Ama bir şeyler ters gidiyordu… Son zamanlarda zihninin içinde başka bir savaşın sürdüğünü hissediyordu.

Bir köşeyi dönerken aniden durdu. Gözleri açıldı. Kaldırım taşlarının ortasında korkunç bir sahne vardı.

Bir faytoncu, atını acımasızca kırbaçlıyordu.

Hayvanın acı dolu sesi Torino’nun sessizliğini yırtıyor, gökyüzüne doğru yükseliyordu. Nietzsche’nin içi titredi. Bu sahne ona dünyanın zalimliğini, insanın vahşetini, Tanrı’sız bir evrenin en çıplak gerçekliğini hatırlattı.

Dayanamadı.

Bir anda koşarak atın yanına gitti, kollarını hayvanın boynuna sardı. Gözyaşları içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İnsanların bakışlarını umursamıyordu. Atın tüylerine yüzünü gömdü, elleri titriyordu. Sanki ona acı çeken bütün varoluşun ağırlığı yüklenmişti.

Sonra yere yığıldı.

O an, felsefenin en büyük dehalarından biri sonsuza dek sessizliğe gömüldü. Bu kişi Nietzsche idi. Bu olaydan sonra bir daha asla eski Nietzsche olamadı. Ömrünün geri kalanını konuşamadan ve bilinçsiz bir şekilde geçirdi.

Sizce bu olay, Nietzsche’nin felsefesinin doğal bir sonucu muydu? Yoksa sadece bir filozofun yorgun zihninin trajik çöküşü müydü?

Friedrich Nietzsche’nin Torino’daki çöküşü tabii ki bir günde olmadı. Bu, yıllar süren zihinsel ve fiziksel çöküşün kaçınılmaz bir sonucuydu. Onun son dönemine baktığımızda, hem bedeninin hem de zihninin giderek daha fazla bir karmaşaya sürüklendiğini görebiliriz.

Nietzsche, hayatı boyunca birçok sağlık sorunuyla mücadele etti. Genç yaşlarından itibaren kronik baş ağrıları, migren krizleri, mide rahatsızlıkları ve uykusuzluk gibi şikayetleri vardı. Özellikle 1879 yılında Basel Üniversitesi’ndeki profesörlük görevinden istifa etmek zorunda kalması, onun sağlık sorunlarının ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu.


Sürekli olarak gözleriyle ilgili rahatsızlıklar yaşaması, okumakta ve yazmakta güçlük çekmesine neden oluyordu. Ancak tüm bu fiziksel acılara rağmen felsefi üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Aksine, belki de hastalığının da etkisiyle zihni daha keskinleşti ve eserlerinde daha derin düşünceler geliştirdi.

1880’lerin sonlarına doğru Nietzsche’nin sağlık durumu daha da kötüleşti. Bu dönemde yalnızlığı daha da derinleşti. Hayatında önemli yer tutan dostlarıyla olan ilişkileri bozulmuştu. Paul Rée ve Lou Andreas-Salomé ile yaşadığı olaylar, onun duygusal dengesini büyük ölçüde etkiledi. Lou Andreas-Salomé’ye duyduğu hayranlık ve ona olan aşkı karşılıksız kalmış ve Nietzsche’yi daha da yalnızlığa sürüklemişti. Onun için dostluk ve entelektüel paylaşım hayati öneme sahipti. Ancak zamanla en yakın dostlarından bile uzaklaştı ve kendini tamamen yalnız buldu.

Lou Andreas-Salomé, 1882’de Nietzsche’nin hayatına girdiğinde, filozofun yalnızlığını ve entelektüel açlığını doyurabilecek biri gibi görünüyordu. Nietzsche, Lou’nun zekasına ve bağımsız ruhuna hayran kalmıştı. Lou, dönemin alışılmış kadın profiline hiç benzemeyen, özgür düşünceli ve akademik dünyada kendine yer edinmek isteyen bir kadındı. Paul Rée ile birlikte Nietzsche’nin de dahil olduğu entelektüel bir dostluk kurarak, onun hayatına kısa süreli de olsa yeni bir anlam kattı.

Nietzsche, Lou’ya karşı hissettiklerini açıkça ifade etmekten çekinmedi. Ona evlenme teklif etti; ancak Lou bu teklifi geri çevirdi. Lou, Nietzsche’yi bir dost ve entelektüel bir yol arkadaşı olarak görüyordu ama ona romantik bir aşk sunmaya hazır değildi. Bu reddediliş, Nietzsche’yi derinden yaraladı. Onun için Lou yalnızca bir kadın değil, aynı zamanda paylaşabileceği derin bir düşünce dünyasına sahip bir ruh eşiydi. Ancak Lou, Nietzsche’nin romantik beklentilerini karşılamak istemediği gibi, onunla duygusal olarak da aynı seviyede buluşmuyordu.

Lou’nun Paul Rée ile olan yakınlığı da Nietzsche için ayrı bir hayal kırıklığıydı. Nietzsche, kendisini bir aşk üçgeninin içinde bulmuştu ve bu durum ona büyük acı veriyordu. Bir yandan Lou’yu kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken, diğer yandan ona duyduğu derin hayranlıktan da vazgeçemiyordu. Lou’nun reddedişi Nietzsche’nin ruhsal durumunu daha da kötüleştirdi ve onu derin bir melankoliye sürükledi. Bu olaylardan sonra Nietzsche, Lou ve Paul Rée ile tüm bağlarını kopardı.

Nietzsche, bu aşk deneyimini büyük bir hayal kırıklığı olarak gördü. Lou’nun reddedişi ve onu entelektüel anlamda desteklemesine rağmen romantik bir ilişkiye yanaşmaması, Nietzsche’nin aşk ve kadınlar hakkındaki düşüncelerini de etkiledi. Kadınlara karşı geliştirdiği şüpheci ve bazen de düşmanca tavrının temelinde, Lou Andreas-Salomé ile yaşadığı bu acı verici deneyimin büyük bir etkisi olduğu söylenebilir.


Bu yalnızlık, onun zihninde farklı yansımalar oluşturuyordu. Felsefi olarak, “Tanrı öldü” fikrini ortaya atarak insanlığın büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu savundu. Tanrı’nın ölümü, yalnızca dini bir inancın kaybolması anlamına gelmiyordu; aynı zamanda insanlığın yüzyıllardır dayandığı ahlaki ve metafizik temellerin de yok olması anlamına geliyordu.

Nietzsche, insanlığın bu boşlukla nasıl başa çıkacağını sorguluyor ve yeni bir değerler sisteminin gerekliliğini vurguluyordu. Ancak bu düşünceler onun içinde de büyük bir gerilim yaratıyordu. Çünkü inandığı şeyler, aynı zamanda insanın trajik bir şekilde anlam arayışında nasıl kaybolabileceğini de gösteriyordu.

Nietzsche’nin son yıllarında zihinsel durumu giderek kötüleşti. 1888 yılı onun için hem en üretken hem de en kaotik yıllardan biri oldu. Kısa sürede “Ecce Homo”, “Deccal” ve “Putların Alacakaranlığı” gibi eserleri kaleme aldı. Ancak bu eserlerde dil ve üslup açısından önceki yazılarından farklı bir ton benimsediği fark ediliyordu. Artık kendini İsa, Dionysos ya da Tanrı olarak görmeye başlamıştı. Mektuplarında imzasını “Çarmıha Gerilmiş Olan” ya da “Dionysos” olarak atıyordu. Bu, onun gerçeklikten kopuşunun açık bir göstergesiydi.

Zihnindeki bu büyük dönüşüm, Torino’da yaşanan o trajik olayla zirveye ulaştı. 3 Ocak 1889’da bir atın kırbaçlanmasına tanık oldu ve bu sahne onun ruhsal çöküşünün son noktası oldu. Hayatının son yıllarını tamamen bilinçsiz bir şekilde, annesi ve kız kardeşinin bakımında geçirdi. Artık yazmıyordu, konuşmuyordu ve büyük bir sessizliğe gömülmüştü.

Nietzsche’nin bu çöküşü bir hastalığın sonucu muydu, yoksa felsefesinin onu kaçınılmaz bir sona mı sürüklediği sorusu hâlâ tartışılıyor. Ancak kesin olan bir şey var: O, yalnızca kendi çağını değil, gelecek nesilleri de derinden etkileyen bir düşünür olarak tarihe geçti.

Nietzsche artık felsefi sisteminin içinde kaybolmaya başlamıştı. Gerçeklik ile hayal arasındaki sınır giderek bulanıklaşıyor, dünyaya anlam kazandırmaya çalışırken anlamın tamamen çöktüğünü hissediyordu.